BÖLÜM 1.
TARİHSEL KRONOLOJİNİN SORUNLARI
13. ARKEOLOJİK YÖNTEMLER EN BAŞINDAN İTİBAREN YANLIŞ SKALİGER KRONOLOJİSİNE DAYANMAKTAYDI
İtalya’da, İsviçre antropoloğu Georg Glovatski’nin (Glovacki) gerçekleştirdiği kazı sansasyonel sonuçlar doğurmuştur. Bilim adamı, efsaneye göre Hannibal’ın ordusunun Roma lejyonlarını tepelediği Cannae Muharebesi’nin olduğu bölgede bir savaşın olmadığını tespit
e tmişti. Kurganları araştırdıktan sonra, toprağın altında, önceleri sanıldığı gibi Roma askerlerinin değil, veba salgını yüzünden XIII. yüzyılda ölmüş olan insanların kalıntılarının gömülü olduğunu anlamıştı.”
28.11.1984 tarihli “Sovyet Rusyası” Gazetesi
13.1 Arkeolojik Tarihlemelerin Belirsizliği Ve Önceden Kabul Edilmiş Olan Kronolojiye Bağlılığı
Okur bize şöyle bir soru sorabilir: Bugün kabul edilmiş olan kaynak ve eserlerin başka tarihleme yöntemleri bakımından durumu nasıldır? Çağdaş kronoloji uzmanları, üzgün bir şekilde, eski çağların çok sayıda anıtı bozup kullanılmaz hale getirmiş olan “cahil kazıcılarından” bahsediyorlar. 1851-1854 yıllarında Vladimir-Suzdal bölgesinde Kont A.S. Uvarov 7729 kurganı kazarak açmıştı. A.S. Spitsin bununla ilgili şunu söylüyor: “Eşyalar (1851-1854 yıllarının kazıları söz konusu – A.F.) Rumyantsev müzesine vardığı zaman, yanlarında her eşyanın hangi kurgandan alındığına dair notlar ve tarifler olmadığı için gerçekten dağınık bir yığın halindeydi... Bilim, 1851-1854 yıllarının muazzam kazılarının ardından uzun uzun ağlayacak.” [19], s.12-13. A.S. Uvarov’un faaliyetiyle ilgili ayrıntıları “Krallık Roması ve Oka ile Volga Arasındaki Bölge” kitabında anlatıyoruz, bölüm 9. Kont’un eski Rusya tarihini yok ettiği anlaşılıyor.
Bugünlerde kazıların yöntemi geliştirilmiştir, ancak onu “antik” kazılar için kullanmaya maalesef nadiren fırsat bulunuyor. Çünkü hemen hemen bütün “antik” kazılar, zaten, önceki “kazıcılar” tarafından “araştırılmıştır” [389].
Arkeolojik tarihlemenin temelleri kısaca şunlardır: “Şu ya da bu Avrupa kültürünün yaşını tespit etmek için en güvenilir yöntem, bu Avrupa boylarının Mısır soylarından hangisiyle ticaret ve alışveriş ilişkileri kurabildiğini anlamaktır.” [390], s.55. Mesela, 18-19. hanedanların Mısır’ında mezarlarda Miken kültürünün Yunan kapları bulunmuştu. Bu durum arkeologlara bu soylar ve bu kültürün aynı zamanda yer aldığını düşündürtmektedir. Üstelik aynı ya da “benzer” kaplar özel şekildeki tutturmalıklarla birlikte Miken şehrinde bulunmuştu, benzer toplu iğneler ise Almanya’da, mezar vazolarının yanında bulunmuştu. Benzer bir mezar vazosu Fanger’in yanında bulunmuştu, ancak bu mezar vazosunda şekli yeni olan toplu iğne vardı. Benzer toplu iğne İsveç’te “Kral Björn’un kurganı” denilen yerde bulunmuştu. Bu kurgan 18-19. Mısır hanedanlarının dönemiyle tarihlenmişti [390]. Üstelik Björn’un kurganının (meşhur Orta Çağ karakteri) Viking Kralı Björn’e ait olması mümkün olmamakla kalmayıp en az iki bin yıl önce yapıldığı ortaya çıkmıştı [390], s.55-56.
Birincisi, burada buluntuların “benzer olması’nın” tam olarak ne anlama geldiği belli değil. Daha önemli olan ikincisi, bütün bu yöntemlerin “eski” Mısır firavun hanedanlarının önsel tarihlenmesine bağlı olmasıdır. Dolayısıyla, domino yöntemi denilen bu yöntem ve bütün benzer yöntemler mutlak subjektivizme ve en önemlisi! Skaliger kronolojisine dayanmaktadır. Yeni bulunmuş olan eşyalar (kaplar vs.) daha önce tespit edilmiş olan ve tarihlemeleri Skaliger kronolojisine dayanan “benzer” buluntularla kıyaslanmaktadır. Kronoloji skalasının değiştirilmesi yeni arkeolojik buluntuların kronolojisini otomatik olarak değiştiriyor. Kronoloji doğru değilse bu yöndeki bütün “yöntemler” iskambilden bir şato gibi dağılır.
Böyle yöntemlere güvenip bunları kullanan arkeologların birçok garip olguyla karşı karşıya kalması şaşırtıcı değildir. “Avrupa’nın uzak bölgelerinde aynı kültürde, Doğu’daki prototipleri BİRBİRİNDEN YÜZYILLARLA AYRILAN şeylerin uyuşmasının mümkün olduğu” ortaya çıkmıştır [390], s.55-56.
Devam edelim. L.S. Klein [390], “Björn kurganının” Orta Çağ Viking Kralı’na ait olduğunu kararlı bir şekilde inkâr ediyor. Ancak tarif edilmiş olan “yöntemin” tespit ettiği bir şey varsa, bu da bu kurganın 18-19. Mısır hanedanlarıyla AYNI DÖNEME AİT
OLDUĞUDUR. Ancak bu hanedanların ne zaman hüküm sürdükleri başka bir sorudur. Bu arada, hiç de kolay bir soru değildir. Hem Mısır hanedanlarının hem de Viking Björn’un Orta Çağ zamanına ait olmaları da mümkündür.
Alıntı yapıyoruz: “Mısır kronolojisinin ilk krokileri Manetho çalışmalarına dayanarak yapılmıştı... Manetho, firavunları 30 hanedan şeklinde gruplandırarak firavun listelerini oluşturmuş ve saltanat yıllarını ekleyerek (hem de bütün bunların art arda geldiklerini tahmin ederek – A.F.)... Mısır devletinin yaşam süresini hesaplamıştı. RAKAMLARIN ÇOK BÜYÜK OLDUĞU ORTAYA ÇIKMIŞTI. Flinders Petrie, L. Borhardt ve başka ejiptologlar Eski Mısır’ın yaşamını 5-6 bin yıl olarak değerlendirmişlerdi. İşte böylelikle, Mısır’ın ve erken Avrupa’nın bilimde uzun zamandır egemenliğini sürdüren “uzun kronolojisi” ortaya çıkmıştı. E. Meyer ve öğrencileri buna karşı kısa kronolojiyi ortaya koymuştur. Mesele şudur ki, FİRAVUNLAR ÇOĞUNLUKLA AYNI ANDA HÜKÜM SÜRMÜŞLERDİ, hem de sadece firavunlar değil, PARALEL OLARAK MEMLEKETİN ÇEŞİTLİ BÖLGELERİNDE
TÜM HANEDANLAR... EGEMENLİKLERİNE DEVAM ETMİŞLERDİ. Manetho ise iktidarın tek, devletin ise bölünmez olması gerektiğini düşünüp BÜTÜN FİRAVUNLARI AYNI SIRAYA KOYARAK DEVLET TARİHİNİN GENEL YAŞAM SÜRESİNİ OLDUKÇA UZATMIŞTIR.” [390], s.54-55.
Mısır’ın “kısa” kronolojisinin yine de çok uzun olduğu yönündeki kendi fikrimizi ekleyelim. Bu yüzden, ona “uzun” kronoloji ile kıyasla “biraz daha az uzun” demek daha doğru olurdu.
Söylediğimiz gibi, (ejiptolog H. Brugsch’un verdiği verilere bakınız) Mısır’ın “kısa” kronolojisinin durduğu temeller pek sağlam değildir. Ortaya çıkıyor ki, bu fikrin kurucusu olan E. Meyer “düşüncelerinin temeline yıllık notları (annallar) ve firavunların kendilerinin muhtıralarını koymuştu. Ancak... bu bilgi zinciri bize boşluklarla dolu parçalar şeklinde ulaşmıştır.” [390], с.54-58. Dolayısıyla, arkeolojik buluntuların “Mısır skalasına bağlanması” hem mutlak hem de izafi tarihlemenin sorununu yine de çözmez.
13.2. Pompeii’nin Kazısı. Bu Şehrin Çöküşünün Tarihi
Arkeolojik malzemelerin tarihlenmesiyle ilgili ortaya çıkan sorunların çarpıcı bir örneği “antik” Pompeii’deki kazılardır, bkz. рис.1.53a. Bu arada, Pompeii’nin hangi volkanın püskürmesiyle yıkılmış olduğu pek de anlaşılmıyor. XV. yüzyıl yazarı olan Jacopo Sannazaro şunu yazmıştı: “Biz şehre (Pompeii’ye) yaklaşıyorduk ve yüzyılların dokunmadığı (?! –F.A.) kuleler, evler, tiyatrolar ve tapınaklar görünüyordu.” [389]’dan alıntı, s.31. Ancak, Pompeii’nin M.Ö. 79 yılında gerçekleşmiş olan püskürmeyle yıkılıp tümüyle toprak altında kaldığı düşünülmektedir. Dolayısıyla arkeologlar Sannazaro’nun sözlerini şöyle anlamak zorundadır: “XV. yüzyılda Pompeii’nin binalarından bazıları artık alüvyonlardan yukarıya çıkıyordu.” [389], s.31. Dolayısıyla, Pompeii’nin kalıntılarına 1748 yılında rastlandığı için, bu şehrin yine “büyük oranda toprakla kapanmış olduğu” düşünülüyor. Herculaneum 1711 yılında keşfedilmiştir [389], s.31-32. Bugün eski anılara atıf yapılıp Pompeii’nin keşif tarihi şöyle tarif edilmektedir: “Sarno nehrindeki kanalın kurulması sırasında, Napoli’nin yanında eski şehrin harabeleri ortaya çıkmıştı. O ZAMANLARDA bunun Pompeii olabileceğini KİMSE BİLMEMEKTEYDİ... Giuseppe Fiorelli ancak 1860 yılından itibaren Pompeii’nin sistemli plana uygun olan bilimsel kazısını başlatmıştı. Gerçi, çalışması örnek kazı yöntemlerine pek uymamaktaydı.” [443], s.49.
Kazı gerçekten barbarca yöntemlerle gerçekleştirilmiştir. “Günümüzde, o zamanki vandalizm tarafından verilmiş olan zararın büyüklüğünü belirlemek zordur. Birisi bir resmi pek güzel bulmadığı takdirde, o resim parçalanıp çöp olarak atılırdı... tunç yazılı bir mermer tablo bulununca harfler koparılıp sepete atılırdı... Heykellerin parçalarından, sık sık turistler için azizleri tasvir eden hediyelik eşyalar yapılırdı.” [434], s.224-225. Bu güya “Hristiyan taklitlerden” bazılarının Orta Çağ’a ait asıllar olması mümkündür. Ancak bunlar Skaliger kronolojisine uymamıştı. Dolayısıyla müzelere yerleştirilmek yerine hediyelik eşya olarak satılmıştı.
Skaliger kronolojisine göre Pompeii’nin resim, mimarlık ve plastik sanatlarının (fresk, mozaik ve heykeller) Rönesans’ın büyük bilimsel başarılarıyla uyuşan çok yüksek bir düzeyde olması şaşırtıcıdır. Mesela “vezinli saatlere” ayrılmış olan güneş saati bulunmuştu. Yani, yapılışı geç Orta Çağ döneminde bile zor olan bir alet söz konusu. Bu buluntunun araştırılmasını N.A. Morozov gerçekleştirmişti. Benzer bir aletin parçasının Pompeii’nin çevresindeki “antik” villanın yanında bulunmuş olan eski tasviri res.1.54’de gösterilmiştir.
V. Klassovskiy, “aralarındaki bazı aletler daha önce düşünüldüğü gibi SADECE SON ZAMANLARDA EN YENİ CERRAHİ TIBBIN ÜNLÜ BİLGİNLERİ TARAFINDAN icat edilmiş olduğundan dikkate gerçekten değer bir takım cerrahi aletler keşfedilmiştir.” diye yazmıştır. [389], s.126.
Grafiti, yani duvar resimleri arasında kesinlikle Orta Çağ dönemine ait olanlar da bulunmaktadır. Mesela kapüşonlu cellat [389], s.161, res.1.55’e bakınız. Burada pardösülü bir adam olan kurbanını yüksek ahşap sahneye iple çıkaran Orta Çağ celladı gösterilmiştir. Adam idam sehpasına dayanmış merdivenden çıkıyor. V. Klassovskiy’nin yorumu şöyledir: “Bu, alçı üzerine sert bir cisimle çizilmiş olan eski bir resimden kopyalanmış bir resimdir.” Bu resmin yanında Pompeii’nin duvarında, daha az ilginç olmayan ikinci resmi görüyoruz. Karşımızda, kafasında açıktan açığa SİPERLİ miğfer olan bir asker var! [389], s.161. res.1.56 ve res.1.60’e bakınız. Üstelik Pompeii’de çok sayıda benzer Orta Çağ resmi bulunmuştur. Benzer resimler mesela [873] kitabında gösterilmiştir. [873]’te s.44’te bulunan resim özellikle şaşırtıcıdır. Bkz. res.1.57, ayrıca res.1.60. Bugün bize, bunların güya “antik” gladyatörlerin resimleri olduğu söyleniyor [873], s.44. Ancak BURADA KAFASINDA SİPERLİ MİĞFER OLAN ORTA ÇAĞ ŞÖVALYESİ çok net görünüyor. Bu, çok iyi tanıdığımız tipik Orta Çağ şövalyesi silahıdır. Karşılaştırma için res.1.58 ve res.1.58a’da Orta Çağ şövalyesinin silahı gösterilmiştir.
V. Klassovskiy, Pompeii’nin kazısı ile ilgili genel izlenimini, “SONRAKİ DÖNEME AİT EŞYALARA BAZEN TAM OLARAK BENZEYEN ESKİ POMPEİİ ESERLERİ... beni çoğu kez etkiliyordu...” diye özetliyor [389], s.133.
V. Klassovskiy’nin yazdığı gibi, “antik” Pompeii’nin bazı meşhur mozaiklerinin kompozisyon, renk ve üslup açısından Rafael ve Giulio Romano’nun fresklerine, yani Rönesans fresklerine ÇARPICI BİR ŞEKİLDE BENZEDİĞİ ortaya çıkıyor [389], s.171, not A. Böyle “antik” mozaik Pompeii resimlerinin örneğini res.1.59, res.1.59a ve res.1.59b’de gösteriyoruz. Burada (sağda tasvir edilen) Büyük İskender ile (solda tasvir edilen) Kral Darius arasındaki “antik” savaşın gösterilmiş olduğu varsayılmaktadır. Mozaik 1831 yılında bulunmuştur ve şimdi Napoli Ulusal Müzesi’nde muhafaza edilmektedir [304], 1.cilt, s.232- 233.
V. Klassovskiy bu meşhur fresk hakkında şöyle yorum yapıyor: “Bugün Napoli Müzesi’nin en iyi tezyini olan renkli taş parçalardan ibaret meşhur mozaik, tricliniumun (ziyafet salonunun) yerindeki taş podyuma gömülmüştür. Mozaik renkleri ve teknik işçiliği açısından eşsiz, kompozisyonu açısından ise Rafael’in ve Giulio Romano’nun birinci sınıf eserleriyle kıyaslanabilir... gayet ilginçtir ki, isimsiz, ünsüz eski bir ressamın eseri ile Rafael’in “Konstantin ve Maksentius arasındaki savaş” tablosu arasında, ana grubun oluşturulma tarzı bakımından bir benzerlik vardır. Roma Titus hamamlarındaki (kendisinin yaptığı – A.F.) birkaç Vatikan freski, Rafael’in bazı fresklerine çok benziyor!” [389], s.171.
Burada V. Klassovskiy’nin izlediği Skaliger tarihi bizi, Rönesans tarzında yapılmış olan bütün bu muhteşem “antik” resimlerin M.S. I. yüzyıldan daha geç bir dönemde yaratılmadığına ikna etmeye çalışıyor. Ve bunlar, Pompeii’deki kazının nihayet başladığı son zamanlara kadar toprağın altında kalmıştır. Hem Rafael, hem Giulio Romano, hem de Rönesans’ın başka ressamları, bu “antik asılları” görmeden “sadece rastlantı sonucunda” gerçekten benzer resimleri çizmiş olmalılar. Bütün bunlar çok garip geliyor. Önerdiğimiz hipotezi şöyle formüle ediyoruz: Pompeii, Rönesans’ın Orta Çağ kentidir. Vezüv’ün, nispeten yakın zamanda, püskürmesiyle yok olmuştur. “Antik” Pompeii ressamları düpedüz Rafael ve Giulio Romano’nun çağdaşlarıydı. Çizim tarzlarının da aynı olması şaşırtıcı değildir. Herhalde Pompeii, Vezüv’un M.S. 1500 yılındaki meşhur püskürmesi sırasında yıkılıp kül altında kalmıştır [389], s.28. Ama büyük ihtimalle daha geç, 1631 yılındaki şiddetli püskürme sonucunda yıkılmıştır. “Antikçağ Orta Çağ’dır”, bölüm 7:1’e bkz.
Pompeii’de bulunmuş olan duvar yazıları ve grafitilerin çoğu tarihleme amaçlarına hizmet edemez. Çünkü bunlar gündelik ilanlar veya argo ifadeler filandır. Ancak Skaliger kronolojisine kesinlikle aykırı olan yazılar da bulunmaktadır. V. Klassovski’ye göre bu tür yazıların bir örneğini [389]’da bulabilirsiniz. N.A. Morozov’un önerdiği çevirisi şöyledir: “Ebedi Aziz D. Lucretius Valentis’in oğlu Aziz Valentis Nero Augustus’un 28 Mart tarihli avı ve dekoru”. Burada, Skaliger tarihi ile topraktan kazı sonucunda alınmış olan gerçek yazılar arasındaki aykırılık ile karşı karşıyayız. Mesele şu ki, burada Valentis Nero çift isimli imparatordan bahsedilmektedir. Ama Skaliger tarihinde bu isimler güya aralarında aşağı yukarı 300 yıl olan farklı imparatorlara aittir.
6-12 Nisan tarihli aynı “antik” ilanın daha uzun versiyonu [873]’te gösterilmiştir, no.73. res.1.57’e, ayrıca res.1.60a’de bulunan yazıya bakınız. Beklendiği gibi, yazının V. Fedorova’nın [873]’de, s.74, sunduğu çevirisi Nero’yu Valentis’ten koparıyor. Bu iki çevirinin yetkinliğini kontrol etmek imkânımız yoktu.
“Antik” Herkulaneum’da Hristiyanlık döneminin çarpıcı kanıtları bulunmuştur. Mesela, res.1.61’de kazı sırasında ortaya çıkarılmış olan Herkulaneum’daki Hristiyan dua odası gösterilmiştir. Duvarında büyük bir haç vardır.
13.3 “Eski” Anıtların Günümüzde Güya Kısa Süre İçinde Çok Hızlandırılmış Yıkılışı
XX. yüzyılda şöyle tuhaf bir süreç arkeologlar ve tarihçilerin dikkatini çekmiştir. “Eski” anıtların ezici çoğunluğu son 200-300 yıl içinde, yani onlara sürekli bakılmaya başlandığından itibaren, bir sebepten dolayı güya önceki yüzyıllara ve hatta binyıllara kıyasla daha çok ve hızlı şekilde yıkılmaya başlamıştı. Bunların örnekleri iyi bilinir. Epidaurus Tiyatrosu, Partenon, Kolezyum, Venedik sarayları vs. bunların arasındadır. [228], [144], [207], [456]. Aşağıda, 31 Ekim 1981 tarihli “İzvestiya” gazetesinden bir makaleyi bir başka örnek olarak sunuyoruz:
“ SFENKS’İN BAŞI BELADA. Gize’deki (Mısır) meşhur Sfenks heykeli hemen hemen beş bin yıl sarsılmadan durmuştur. Ancak şimdi, çevre kirliliği heykeli olumsuz etkilemiş. Sfenks feci duruma gelmiş. Heykelden büyük bir parça (pençesi) kopmuş. Başta Sfenks’in durduğu yerde bir türlü arıtılmayan atık suların birikmesi olmak üzere aşırı nemlilik, toprağın tuzlanması gibi sebepler buna yol açmıştır.”
Ancak 5 bin yıldır her şeye rağmen durmuştu ki!
Genelde bunun sebebinin “zararlı modern sanayi” olduğu kabul edilir [144], [456]. Güya gazlar her şeyi yıkar. Ancak bildiğimiz kadarıyla, kimse şimdiye kadar “modern uygarlığın” eski taş binalar üzerindeki etkisinin nicel analizini yapmamıştır. Doğal olarak bir tahmin ortaya çıkıyor. Bütün bu yapılar Skaliger kronolojisinin bize anlattığı kadar eski olmayabilir. Bunlar doğal ve az çok sabit hız ile yıkılmaktadır. Hem de oldukça çabuk.
13.4. Meşhur Köln Katedrali Ne Zaman İnşa Edilmeye Başlamıştır?
Bugün bize, meşhur Köln Katedrali’nin Almanya’nın Köln şehrinde güya birkaç yüzyıl boyunca inşa edildiği söylenir, res.1.62’ye bakınız. Kuruluşunun Orta Çağ döneminde, güya M.Ö. IV. yüzyılda başladığı iddia edilir [1015], s.3. Sonra ise, bu katedral güya çok kez yeniden inşa edilmiş, bugün ise bu “önceki katedrallerin” bir izi bile kalmamış. Güya 1248 yılında, bu yerde gotik katedralin kurulmasına başlanmıştır. Kesin tarihinin bile belli olduğu söylenir: 15 Ağustos 1248 [1015], s.6. Sonra ise, inşaatın XVI. yüzyılda 1560 yılı civarında “hemen hemen” bitirilmiş olduğu tahmin ediliyor [1015], s.8. Devam edelim. Bu muazzam Orta Çağ katedrali güya kısmen restore edilip biraz yenilendiği halde görünüşü genel olarak değişmemiş. Ama hiç de öyle değil! Res.1.62’de XVIII. yüzyıla ait olan tahmini görünüşü gösterilmiştir. Katedral’in çağdaş görünüşüne çok az benziyor, res.1.63’e bakınız.
Demek ki, “Katedral’in modern görünüşünün” bugün bize telkin edilen “eskiliği” gerekçeli değil. O zaman, bugün gördüğümüz Katedral ne zaman kurulmuştur? Gerçekte gördüğümüz, asıl kısmı XIII-XVI. yüzyıllarda kurulmuş olan Orta Çağ yapısı mıdır?
Res.1.64’de Katedral’in hangi parçalarının Orta Çağ’a ait olduğu hangilerinin ise XIX- XX. yüzyıllarda inşa edildiğini gösteren teknik broşür tasvir edilmiştir. Broşürün tam ismi ise şöyledir: "Gefahr für den Kölner Dom. Bild-Dokumentation zur Verwitterung. Auszug aus dem Ko"lner-Dom-Lese- and Bilderbuch. Professor Dr.Arnold Wolff." Broşür, taş yapıların koruma işleri ve onarımına ait detaylar ile ilgilenen uzmanlar için yazılmıştır. Köln’de yayımlanmıştır ve Köln Katedrali’nden temin edilebilmektedir.
Katedral’in bu harita-krokisinde ne görüyoruz? En eski örme, yani 1248-1560 yıllarına ait olan örme krokide yatay taramalarla gösterilmiştir. Eğik, nokta vs. taramalar gibi yedi başka usul ile çizilmiş olan bütün diğer örmeler ancak 1826 yılından sonraki döneme aittir!
Şaşırtıcı ki, 1248-1560 yıllarına ait en eski Orta Çağ örmesi, yani resimdeki yatay tarama, ÇAĞDAŞ BİNANIN SADECE KÜÇÜK BİR PARÇASINI OLUŞTURUYOR. Gerçekten bu, Katedral’in temelinin sadece bir parçasıdır. Üstelik ayakta kalan bu Orta Çağ parçası birbirinden uzak olan iki kısımdan ibarettir, res.1.64. Bütün diğer örmeler, yani modern binanın ezici parçası burada ancak XIX. yüzyılın başlangıcında ortaya çıkmıştı! Bu arada, krokide 1560-1825 yıllarına ait olan hiçbir örme yok. Bu, 1560 ile 1825 yılları arasında, yani yaklaşık iki yüz elli yıllık dönemde hiçbir çalışmanın yapılmadığı anlamına mı geliyor acaba? Ya da bu çalışmalar Katedral duvarlarının yapısında gözle görülür değişimlere mi yol açmamıştı?
Böylece Alman tarihçileri ve arkeologları bize, bugün gördüğümüz katedralin hemen hemen tümüyle XIX. yüzyılda kurulduğunu açıkça söylüyorlar! Ama o halde Skaliger tarihi bize, neye dayanarak, gözümüzün önündekinin bir Orta Çağ katedrali olduğunu söylüyor? Belki bazıları, Katedral’in neredeyse tümüyle XIX. yüzyılda kurulmakla birlikte, herhalde bu yerde XIII. yüzyıldan itibaren duran gerçek katedrali canlandırdığını söyleyebilir.
Ama öyle bir hipotezin ortaya çıkması için ne sebep var ki? XVII. yüzyıldan önceki Köln Katedrali’ni gösteren orijinal Orta Çağ resimleri var mı? Öyle görünüyor ki, XVII. yüzyıldan önce tarihlenen böyle hiçbir gerçek resim YOK. Yalnızca Arnold Wolff’un aynı broşüründe Köln Katedrali’ni gösteren ancak 1834/1836 yıllarına ait bir gravür var. Bu gravürün çağdaş katedrale çok benzeyen bir katedral tasvir etmesi ilgi çekicidir. [1017] albümünde, s. 21’de, Katedral’i tasvir eden 1809 yılına ait gravür herhalde en eskisi olarak gösterilmiştir. Bize göre, bütün bunlar Katedral’in çağdaş görünüşünün inşaatının ancak XIX. yüzyılda başladığı anlamına geliyor. Aslında yukarıda gösterdiğimiz taş örme krokisi de bunu doğruluyor. İnşaatına yaklaşık 1810 yılında başlanmıştır. 1835 yılında inşaatının asıl kısmı bitirilmiştir. Yani aşağı yukarı 15 yıl devam etmişti. 1834/1836 yıllarına ait olan gravür Katedral’in inşaatının son aşamasını gösteriyor. Sonra XIX. ve XX. yüzyıllarda Katedral gerçekten birkaç kez tadil edilmiş ama dış görünüşü fazla değişmemiştir.
Çağdaş Köln Katedrali’nin durduğu yerde eski yapının bazı izleri herhalde yine de varmış. Çizimde, temelin bazı kısımlarında güya 1248 ila 1560 yılları arasındaki dönemle tarihlenen bir muammalı örme gösterilmiştir! Ancak aynı krokiden, bu eski Orta Çağ örmesinin, XIX. yüzyılda Katedral’in sonraki inşaatı sırasında inşaat malzemesi olarak kullanıldığı açıkça anlaşılıyor. Res.1.64’e bir kere daha bakınız. Katedral’in sol kulesinin alt kısmı, aralarında bazı yerlerde XIII-XVI. yüzyıllardaki taşların konulduğu taşlarla döşenmiştir! Hem bu kulenin hem de arkadaki ikinci kulenin bütün üst kısmı ise ancak XIX. yüzyılda inşa edilmiştir. Böylece Köln Katedrali’nin yerinde durmuş olan eski Orta Çağ yapısı XIX. yüzyılda demonte edilmiştir. Malzemesi ise fiilen yeni binayı kurmak için kullanılmıştır.
Bu durumda, tarihçilere ve arkeologlara aşağıdaki soruları yöneltmek isteriz:
1) Köln Katedrali’ni tasvir eden gerçek Orta Çağ resimleri var mı? Yoksa yerinde duran o bina XVII. yüzyıldan daha önceki bir döneme mi ait?
2) Çağdaş Köln Katedrali’nin, kendi yerinde XIX. ya da XVIII. yüzyıldan önce yer alan Orta Çağ tapınağına “benzediği” gerçek mi? Hipotezimiz şudur: Burada bir tapınak yer almışsa bile bugün gördüklerimize benzemez. O, mesela çok daha ufaktır.
3) Çağdaş Köln Katedrali’nin duvarlarında 1560-1825 yıllarına ait olan hiçbir gözle görülür örme izi neden yoktur? Bundan, inşaatın gerçekte ancak XIX. yüzyılda, XIII-XVI. yüzyıllardaki ufak bir binanın durduğu yerde başladığı anlamı çıkmaz mı acaba? Bu arada, güya XIII-XVI. yüzyıllardaki örmenin tarihlenmesi ne kadar gerçek? Bu taşların buraya çok daha geç, mesela XVII-XVIII. yüzyıllarda konulması mümkün mü? Bu arada, bir enteresan sorumuz daha var. Çağdaş arkeologlar taş örmenin parçalarını nasıl tarihliyor? Bir taşın katedralin duvarına başka bir yılda değil tam söyledikleri yılda konulduğunu nasıl bilebilirler?
Sonuç olarak, Avrupa Orta Çağ dönemine ait olan birçok ünlü yapının inşaatının garip sürekliliği ile ilgili eleştirimizi ifade edelim. Skaliger tarihine göre, bunlar çok uzun zaman içinde, güya yüzyıllar boyunca inşa edilmişlerdi. Mesela Strazburg Notre Dame Katedrali. Zamanında bu bina Avrupa’nın en yüksek yapısıydı. İnşaatı güya 1015 yılında başlayıp ancak 1275 yılında bitirilmiş [415], cilt.1, s.333. Demek ki 260 yılda inşa edilmişti. Strazburg Notre Dame Katedrali’ne bağlı olan Erwin von Steinbach Kulesi güya 162 yılda inşa edilmişti. Tarihçi Kohlrausch şunu pek haklı olarak söylüyor: “Demek ki, (Strazburg Notre Dame Katedrali’nin – A.F.) bütün binası 424 YILDA İNŞA EDİLMİŞTİ” [415], cilt 1, s.333. Yani hemen hemen yarım bin yıl!” Kohlrausch, Köln Katedrali’nin oldukça uzun süre devam eden inşaatıyla ilgili yorum yapmadan duramamıştır. Böyle garipsenecek kadar uzun olan sürenin bir şekilde açıklanması gerektiğini anlayarak şu kuramı önermiştir. “Temelleri... 1248 yılında atılmış olan Köln Katedrali... inşaatı 250 yıl boyunca devam etmiştir...” Kohlrausch, “BU YAVAŞLIK, taşlarının binlerce resimle dolu olmasından kaynaklanıyor” diye tahmin ediyor [415], cilt 1, s.333. Anlamaya başlıyoruz ki, mesele resimlerde değil, inşaatın süresini birkaç yüzyıl suni olarak uzatan yanlış Skaliger kronolojisinde.
13.5. Arkeolojik Yöntemler Birçok Bakımdan Skaliger Tarihlemelerine Dayanmaktadır
Arkeolojik tarihlemelerin çağdaş yöntemleri Skaliger kronolojisine çok bakımdan bağlı olarak sıklıkla büyük hatalara yol açabilir. Bazen bu hatalar apaçık ortadadır. Bazı örnekler verelim.
Bizim zamanımızdaki “arkeolojik yöntemlere” göre, Kiev Rusyası dönemiyle, yani IX-XII. yüzyıllarla “emin bir tavırla” tarihlenen bir kurgan kazı sonucunda bulunmuştur. Ancak, bu kurganın mezarındaki kemikler arasında ON DOKUZUNCU YÜZYILIN BAŞLANGICINA ait olan para bulunmuştur. Bununla ilgili bildiri, ünlü Beyaz Rus arkeoloğu Zaykovskiy’in “Gistarıchna-arkcheologichnı sbornik” yayınında yayımlanmış olan makalesinde okunabilir, 1997 yılı, 12. sayı, s.83. Bu paranın, kurganın kalın tabakasının altında bulunan mezarda rastgele ortaya çıkması kesinlikle imkânsızdır. Ne oluyor ki? Cevap çok basit. Mesele şudur ki, bu “eski” mezar XIX. yüzyılda yapılmıştır. Ve bunda pek şaşırtıcı bir şey yok. “Romlu” (“romish”) denilen payen kilisesi ve payen cenaze törenleri XX. yüzyıla kadar Beyaz Rusya dâhil olmak üzere Romanov Rusyası’nda da vardı. “Romlu” kilisenin merkezi Beyaz Rusya’daki Romı köyünde bulunmaktaydı. Bu kilisenin XIX. yüzyılda kendi başpiskoposu, yaklaşık yüz idari bölgesi ve papazlara ait özel bir rahip dili vardı. XIX. yüzyılın bu “eski” Rus payen kilisesini tarif eden oylumlu bir kitap var. Bu kitap XIX. yüzyılda yayımlanmıştır.
Başka bir örnek verelim. Tarihçilerin TUNÇ ÇAĞI dönemiyle “emin bir tavırla” tarihlediği “çok eski” bir kurgan kazı sonucunda bulunmuştur. Bu kurganın altında “kıta çukuru”, yani kurganı yığmadan önce toprağın el değmemiş tabakalarında açılmış olan bir çukur var. İşte tam bu çukurda ON SEKİZİNCİ YÜZYILA ait olan bazı seramikler bulunmuştur. Bu seramikler oraya sadece gömülme sırasında girebilirlerdi. Burada, arkeologların “bilimsel yöntemlere” dayanarak XVIII. yüzyıla ait olan kurganı tunç dönemiyle, yani tecrübesiz insanlığın daha demiri bilmediği çağla tarihlediğine tanık oluyoruz. Arkeologlar yanılıyordu. Çünkü şimdi anladığımız gibi, bu “çok eski” kurganın yığıldığı XVIII. yüzyılda sadece demir değil çelik de çoktandır bilinmekteydi. Sadece demir eşyaların bu mezara konmamış olması, bu kurganın tunç dönemiyle “tarihlenmesine” yol açmaz ki.
Tarif edilen olaylarda “çok eski” kurganlarda, kurganların “tarihlenmesinin” çok yanlış olduğunu kanıtlayan eşyalar bulunmuştur. Böyle eşyalar olmadığı takdirde arkeologların hiç şüphelenmeden “bilimsel düşüncelere” dayanarak kurganın eski çağlara ait olduğunu kabul edebildiği ortaya çıkıyor. Önceden bilinen ve kabul edilen Skaliger kronolojisine tümüyle dayanan “arkeolojik tarihleme yönteminin” kendisinin yanlış olduğu görülüyor.
13.6. Skaliger Tarihinin Sorunlarından Biri. Tunç Çağında Kalay Bilinmeden Tunç Nasıl Üretilirdi?
Şöyle ilginç bir keyfiyet bazı kimya ve metalurji uzmanlarının dikkatini çekmiştir: Skaliger’in “çok eski” tunç çağında tunç üretilemezdi. “Organik sentez, patlayıcı madde kimyası ve plastik kütle alanında büyük ve çok yönlü araştırmacı” [245] (kapak özetinden alıntı) ve detaylı “Kimya Tarihi” kitabının yazarı olan Profesör Michele Giua şunu yazıyor: (Ancak, bu arada, Michele Giua’nın Skaliger kronolojisini kesinlikle kabul ettiğini bilmemiz gerek.)
“Bakır... tarih-öncesi çağlardan beri sadece serbest halde değil ... kalay ile alaşımı olan tunç olarak da bilinirdi. Bildiğimiz gibi tunç çağı denilen tarih-öncesi çağlarda tunç, farklı ev eşyalarının, süs eşyalarının, silahların vs. yapımı için kullanılırdı. Ancak eski çağlardaki kalay meselesi pek açık değildir. Tunç çağında metalik kalay kullanılmazdı, AMA BUNA RAĞMEN ERGİTİLİP KAYNAŞTIRILMASI SURETİYLE TUNÇ ELDE ETMEK İÇİN GEREKLİYDİ. Dolayısıyla, tek yapabileceğimiz, insanların tarih-öncesi çağlarda bakırı kalay içeren minerallarla ergitip kaynaştırarak... daha erigen madeni tesadüfen elde etmeyi başardığını tahmin etmektir. Demek ki, BAKIR, METALÜRJİSİ DAHA KARMAŞIK OLAN KALAYDAN ÖNCE BİLİNMEKTEYDİ. Ancak TUNCUN KALAYDAN ÖNCE BİLİNDİĞİ vargısı, antikçağ ile ilgili birçok başka sorunu açıklamamaktadır.” [245], s.17-18.
Görünüm apaçık. Gördüğümüz gibi, kalayın metalürjisinin bakırınkinden daha karmaşık olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla tunç, kalay ile bakırın bir alaşımı olarak, kalay bulunduktan sonra ortaya çıkmış olmalıdır. Skaliger tarihinde ise tam tersi bir görünüm ile karşı karşıyayız. Önce güya tunç bulunmuş. Tunç çağı “ortaya çıkmış”. Ve ancak daha sonra güya daha zor üretilen kalay bulunmuş. Skaliger tarihinde bir çelişki daha ortaya çıktı. Ancak her şey anlaşılıyor. Skaliger tarihçileri arasında ne kimyacı ne de metalürji uzmanları vardı. Tarih üzerine ders kitabı yazarken önce kalayın bulunuşu ve ancak daha sonra tuncun bulunuşunu tarif etmeleri gerektiğini nereden bileceklerdi ki? Ancak XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşayan tarihçiler “eski” tarihi yazarken bambaşka prensiplere uymuştu. Kalay ile ilgilenmemişti. Bilim ve gerçekle de ilgilenmemişti. Hiçbirinin aklına kimyacılara danışmak gelmemişti. Sonuçta, “Eski Çağ” Yunan kahramanları birbirini, üretimlerinde “daha bulunmamış” kalayın kullanılması gereken tunç kılıçlarla vurmaktaydılar. Tabii ki böyle Skaliger görünümleri çağdaş kimyacıları gayet şaşırtmakta ve onları Skaliger’in kimya ve metalürji tarihindeki garipliklerin sebepleri ile ilgili tahminler yürütmeye sevk etmektedir.
Bizim açıklamamız çok basit. Gerçekte tunç çağı, kalay üretiminin artık bilindiği XIV- XVI. yüzyıllar dönemine denk düşmektedir. Elbette bakırdan sonra. Luristan Eyaleti’nden getirilmiş olan Stockholm Eski Şark Eşyaları Müzesi’nde bulunan güya “çok eski” tunç putlara bakınız, res.1.65. Büyük bir ihtimalle ancak tunç çağına ait olan bu zarif heykelcikler XV-XVII. yüzyıllarda yapılmıştır. Benzer şık eşyalar Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır. “Kimya Tarihi” kitabının yazarı olan Michele Giua onları “en eski” tunç sanat eserlerinin örnekleri olarak gösteriyor [245], s.19.
Louvre Müzesi’nde bulunan, güya M.Ö. V. yüzyıla ait olan, heykelcik şeklinde yapılmış “eski” tunç şamdan hakkında aynısı söylenebilir, res.1.66. Bunun XVI-XVIII. yüzyıllara ait bir eser olması mümkündür. Res.1.67’de, içindeki ateşin iki kocaman körükle üflendiği tuğla sobasındaki eritme sürecinin eski resmi gösterilmiştir.